17 Ekim 2013 Perşembe

TARİKAT (NEFS TERBİYE OKULU), MÜRŞİD (DOĞRU YOLU GÖSTEREN) VE TASAVVUF (NEFSİ ARITIP ALLAH’A ULAŞMA BİLGİSİ)



Yayın No:007

TARİKAT (NEFS TERBİYE OKULU), MÜRŞİD (DOĞRU YOLU GÖSTEREN) VE TASAVVUF (NEFSİ ARITIP ALLAH’A ULAŞMA BİLGİSİ)

            Sevgideğer okurların bu üç kavram hakkında yeterli ve ilginç açıklamalar bulacağına inanıyorum. Önyargıdan kurtulup Gerçeği arayanlar Gerçeği bulabilirler.

            TASAVVUF (Ülke Yayınları Sözlüğünde): İslāmiyet’in temel prensiplerine dayanarak nefsi arıtıp, ahlakı güzelleştirerek dini yaşama ve Allah’a ulaşma bilgisi ve yaklaşımı.
            İnkılap Yayınları Sözlüğünde: “Dini gerçeklere akıl ve anlayışla değil, gönül ve seziş yoluyla varmayı esas tutan bir İslam felsefe mesleği.”
            Düşünürlerden Topçu’ya göre: “Tasavvuf, Kur’an’dan kalb ilmini çıkaran felsefedir.”
            İngilizcede Tasavvufun karşılığı MYSTICISM kelimesidir. Bunun Türkçe bir anlamı da ‘Gizemcilik’ demektir. Bir başka deyişle “Gizil Bilim, Sırların İlmi” manasına gelir.
            TARİKAT’ın anlamı Ülke yayınları sözlüğünde: “Gerçeğe varma yolu. Allah’a ve Allah’ın rızasına erişmek için tutulması gereken yol; usul ve erkan üzere kurulmuş tasavvuf yolu.
            MÜRŞİD ise doğru yolu gösteren, rehber, bir tarikatın başında bulunan şeyh. Mürşid-i a’zam, Hz.Muhammed’dir. Mürşid-i kāmil; bütün noksanlıklardan kurtulmuş olan şeyhtir.
            Tarikat, Mürşid (Şeyh) ve Tasavvuf üçlüsünü kısaca şöyle tanımlayalım: Gerçeğe/ Allah’a varma yolu olan Tarikat Okulunda, doğru yolu gösteren, dini öğretmen olan Mürşid, nefsi arıtma, ahlakı güzelleştirerek dini yaşama, Allah’a ulaşma ve sırların ilmi olan Tasavvufu öğretir.
            Mürşidle beraber olmanın, ona bağlanmanın delili Kur’an-ı Kerim’de Tevbe Süresi 119. Âyeti kerimedir: “Ey inananlar, Allah’tan korkun ve sādıklarla (doğrularla) beraber olun.” Tefsirciler ‘Sadıklar’ın mürşid-i kâmil olduğunu açıklamışlardır. En büyük mürşid Hz.Muhammed (a.s.) de dünyadan ayrıldığına göre “Alimler peygamberlerin vārisleridir.” Hadis-i şerifine uyarak ālim, mürşid-i kâmil olan bir veliye bağlanmak her çağda Müslümanlar için gereklidir. Hatta şu vecize de gerçeği güzel bir şekilde dile getirir: “Mürşid-i olmayanın önderi Şeytan olur.”
            Tarikat, dini bir okuldur, yoldur.Günümüz okulundan biraz farklılığı özel olmasıdır. İmam-ı A’zam Ebu Hanife Hazretlerine ‘Başkadılık’ teklif edilmiş fakat ilmi serbestçe anlatma ve yaşama hürriyetine engel olur diye kabul etmemiştir.
            İslam tarihine bakıldığında sevilen, sayılan büyük ālimler, veliler tārikat denen yoldan geçmişler, bir mürşide bağlanıp yeterliliğe erdikten sonra irşada başlamışlar, mürşid olmuşlardır. Mevlāna Celaleddin Rumi (k.s.) Mevlevi Tarikatı’nın, Hacı Bektaşi Veli (k.s.) Bektaşi Tarikatı’nın, Şāh-ı Nakşibend (k.s.) Nakşibendi Tarikatı’nın, Abdulkadir-i Geylāni (k.s.) Kadiri Tarikatı’nın mürşidi/şeyhi olmuşlardır.
            Abdulkadir-i Geylāni (k.s.)’nin Nakşibendi Tarikatına da bağlılığı olmuş, nakşi mürşidlerinden ders almış, adı hem Kadiri hem de Nakşibendi silsilesinde geçmiştir.
            İslam Dini’nde Hakikate, en yüksek mertebeye ulaşmanın 4 basamağı vardır. Bunu Yunus Emre Hazretleri şöyle dile getirmiştir:
“Şeriat, tarikat yoldur varana,
Hakikat, marifet andan içeri.”
Yunus Emre’nin bu açıklamasından şeriat ve tarikatın açıkça görünen 2 yol olduğu ve hakikat ile marifetin ise ‘andan içeri’ diyerek bātın (gizli) ilimlerle ve gönül, sezgi yoluyla ulaşılacak basamaklar olduğu anlaşılıyor.
            İslam kültüründe anlatılan şu örnek şeriat, tarikat,marifet,hakikat basamaklarını düşünenlere çok güzel açıklar: Şeriat bir gemidir, bu gemiye binen kurtulur.
Tarikat, denize dalmaktır, dalgıç olmayı öğretir.
Marifet, denizin altındaki, derinliklerdeki bin bir güzelliği, âlemleri seyretmektir.
Hakikat ise her şeyin, bütün varlıkların sırrına ermek, çokluktan Tekliğe yâni Allah’a ulaşmaktır.
            Bir veliye bağlanmanın gerekliliğini Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim Han şöyle açıklar: “Padişah-ı âlem olmak kuru bir kavga imiş,
            Bir veliye bende olmak hepsinden âlā imiş.”
            Fatih Sultan Mehmed’in hocası Akşemseddin (k.s.) olmuş, Akşemseddin Hazretleri Hacı Bayram-ı Veli Dergahında yetişmiştir, Yunus Emre Hazretleri Taptuk Emre Dergahında, Aziz Mahmud Hüdayi (k.s.) ise Üftade Hazretlerinin dergahında yetişip mürşid olmuşlardır. “Evliyanın himmeti (mānevi yardımı) yaydan çıkan oku geri çevirir!” vecizesi evliyanın himmetinin önemini göstermektedir. Halk arasında bazılarının yanlış anladığı gibi veliler, ālimler amaç değil, Müslümanların Kâbesi değil,öğrenci olan insanı elinden tutarak, yol göstererek insanı Allah’a götüren bir araçtır, rehberdir. Müslümanlar namazda Kâbeye yöneliyorlar ama taştan yapılan bu Bina’ya tapmıyorlar, Allah (c.c.) oraya yönelmemizi emrettiği için oraya yöneliyoruz. Allah dostları ve ālimler de değerli insanlar oldukları, onlara ihtiyaç duyulduğu için, yol göstermesi, danışılması için onlara bağlanıp teveccüh ediliyor. İnsanlar kendi başlarına bütün işleri, konuları bilip becerebilselerdi hastalandığında doktora ve hasteneye, öğretmene ve okula, sanat ustasına ve dükkanına gitmezlerdi.
            Nefs ve Şeytan insanlara öyle tuzaklar ve oyunlar hazırlar ki insanın tek başına kurtulması çok zor olur. Nice veliler bazı günah ve hatalarla iyi durumlarını kaybetmişlerdir. Kimileri imanını yitirirler, kimileri dereceler kaybederler.
            Meşhur veli Hallac-ı Mansur’un akıl ve kıyas çerçevesi içinde küfür olan ve öyle görünen “Ene’l Hakk..” :Ben Hakk (İlah) ım! Sözü ve içinde bulunduğu hâl hakkında, Necip Fazıl Kısakürek’in “Veliler Ordusundan 333” Kitabında  tefsirci şöyle açıklamıştır:
            “Allah ehli, manevi sarhoşluk ānında, kendinden geçme ve benliğinden kaybolma deminde, söyledikleri sözlerden mes’ul değildirler, mazurdurlar. O büyük bir velidir, fakat en büyüklerinden değil…Onlar “Mansur bizim terbiyemizde olsaydı; böyle bir noksana düşmezdi.” Demişlerdir. Bu olay ve açıklamalardan mürşid-i kâmilin denetiminde terbiye olmanın önemi ortaya çıkmaktadır.
            İlk sofi ismini taşıyan ve ilk dergâhın yapılmasına vesile olan Ebu Hāşim’in hikayesi Necib Fazıl’ın “Veliler Ordusundan 333” eserinde şöyle anlatılır:
            “Ebu Hāşim, hicri ikinci asırda yaşamış, Kūfeli, “sofi” ismini ilk taşıyan…Ondan evvel kimse hakkında bu isim kullanılmadı. İşin hakikatı var, ismi yoktu. Süfyan (Servi) ile çağdaş…Müctehid payesindeki Süfyan onun için dedi ki:
– Eğer Ebu Haşim olmasaydı, ben ilāhi incelikleri öğrenemezdim. Onu görmeden de tasavvuf nedir bilmiyordum…İlk dergâh, Ebū Hāşim vesilesiyle bina edildi.Şöyle: Emirlerden biri, kırda ava çıkmıştı. Orada Ebū Hāşim’i gördü. Aşk ve safā ehlinden bir kimseyle karşı karşıya…Bu hâl, emirin çok hoşuna gitti. Eşini, benzerini görmediği bir halislik, samimilik, hasbilik levhası; ve onun peçelediği bir iç âlem işareti…
Emir, Ebū Hāşim’in yanına gitti, anlamak istedi:
Biraz evvel yanından ayrılan adam kimdir?
Bilmiyorum.
………………
Birbirinizle ülfet niçin öyleyse?
Bu bizim yolumuz, tarikatımızdır. Biz böyle emrolunmuşuz…
Emir büsbütün hayran, sordu:
Sizin, içinde buluşup halleşecek, konuşacak bir mekanınız, yeriniz, yurdunuz var mı?
O da yok…
Size bir damaltı yaptırayım da orada toplanın!
Ve Emir,böylece, Şam taraflarında Remle denilen yerde ilk dergâhı bina ettirdi, işte gönül ve aşk ehli için fiilde ilk yaptırılan ve dergâh ismini alan damaltı; ve işte tabirde ilk sofi…
            Ebū Hāşim’in sözü:
Gönüllerden kibri söküp çıkarmak, dağları iğneyle kazıyıp silmekten daha zor…
            Necib Fazıl Kısakürek tasavvufu şöyle açıklamıştır:
“Bütün hakikat İslam’da, onun bütün ruhu da tasavvufta, yâni en büyük insan ve peygamberin bātınında…Buradakiler (veliler) de o bātının cezbelileri…”
            İslam kültüründeki zāhir ve bātın ilimler örneği tıpkı fizik ve kimya ilimlerine benzer. Fizik dışta görünen ve oluşan olayları inceler, kimya ise “Cisimlerin iç yapılarını, diğer cisimlere iç yapı bakımından tesirlerini ve başka cisimlere dönüşmesini inceleyen ilim dalıdır.” İmam-ı Gazali’nin “Kimya-yı Saadet” eserinin manası da; Ruhun maddi âlemden mānevi âleme yükselmesidir.
            Şeriat zāhire, görünüşe göre değerlendirir,hükmeder. Tasavvuf ve hikmet ilmi ise bātın, gizli ilimlerdir. Bir insanı kalbinizden hissederek veya alâmetlerinden münafık olduğuna inandığınız halde, görünüşte Müslümanlığını ilan ettiğinde, bazı ibadetler yaptığında Müslüman olarak tanımlanır. İki farklı dünya ve iki farklı ilim.
            Hızır (a.s)’ın 3 farklı olayda yaptığı davranışlar görünüşte (zāhirde) Hz.Musa (a.s.)’ya göre yanlıştır, fakat Hızır (a.s.), gizli sebeplerini, hikmetlerini açıkladığında yaptıklarının doğru olduğunu anlamıştır.
            İmam-ı Şafii (rh.a.), bir müslümanın kendisi ictihad sahibi değilse, bir müctehide tābi olması gerektiğini belirtmiştir. Bir Müslüman da kâmil bir mürşidden yeterlilik diploması veya Üveysi Karani Hazretleri gibi mānevi eğitimini Hz.Muhammed (a.s.)’in ulvi ruhundan almadıktan sonra İslam ālimlerinin, evliyaların verdiği bilgilere, keşiflere Kur’an ve sünnete zıt olmadıktan sonra hor bakmamalı, alaya almamalı. Nazar-ı itibara almamak onlara saygısızlık ve hâlden anlamamak olur, hatta kötü zan, hakaret ve gıybete girdiğinden günaha sokar. Şeriat gemisinde yolculuk eden Müslümanın, marifet ve hakikat âlemine benzetilen deniz altındaki varlıklardan, güzelliklerden bahseden dalgıç olan ârife inanıp inanmaması hâlidir düşünülmesi gereken. Tasavvuf ve hikmet gibi bātın ilimlerinin olmadığına ve gereksizliğine inanmak, fiziği kabul edip kimyayı reddetmeye benzer, tarikat ve tasavvufun varlığını ve gerekliliğini öven Süfyan-ı Servi, Ebu Hāşim, düşünülmesi gereken. Tasavvuf ve hikmet gibi bātın ilimlerinin olmadığına ve gereksizliğine inanmak, fiziği kabul edip kimyayı reddetmeye benzer, tarikat ve tasavvufun varlığını ve gerekliliğini öven Süfyan-ı Servi, Ebu Hāşim, Yunus Emre, Mevlana Celāleddin, Abdulkadir-i Geylāni, Necip Fazıl Kısakürek ve daha nice ârifleri, velileri, ālimleri hiçe saymak olur ya da ham Müslüman kendini onlardan büyük görmektedir. Evliyaya düşmanlık edenlere karşı Yüce Allah’ın ikazını konu alan kudsi hadis dikkatle incelenmelidir.
            Maddeciler, sadece bu görünen, beş duyuyla algılanan âleme inanırlar, Müslümanlar ise görünmeyen âleme, gabya, gizli âleme de inanırlar. Aradaki fark budur.Tasavvuf da insanın iç dünyasıyla, iç temizliğiyle ilgilenir. Allah dostlarına ‘gönül ehli’ de denir. Çünkü kalp temizlenince, ayna gibi olur, birçok sırlar, âlemler oradan görülür, duyulur. Bu nedenle: “Ulemanın yanında dilini, evliyanın yanında kalbini koru!” derler. Bu vecizenin sırrı budur. Gönül gözü tamamen açılınca nice sırlar orada āyān olur.
            Hadis-i şerifte şanlı Peygamberimiz: “Allah-ü Teālā bir kuluna iyilik dilerse, onu dinde fakih kılar.” Buyuruyor. Fakih; Gereğince anlayan, zeki anlayışlı âlim, İslāmi ilimlerde uzman, manalarına gelir. Yüce Allah, Hakikate ulaşmayı dileyen, bu yönde adım atan ve gayret eden mü’minleri gönül gözü açık, fakih kullarından eylesin! Övgü, âlemlerin Rabbine, rahmet ve selam Hz.Muhammed (a.s.)’e , ailesine , arkadaşlarına ve iyi kulların üzerine olsun!

                                                                                                          Memduh ÖZCAN
                                                                                                              

1 yorum:

  1. Çok teşekkür ederim yazı için ayrıca sitemi ziyaret edin
    http://islamguzelahlaktir.blogspot.com/

    YanıtlaSil